Murat İrtem için kent,içinde yaşanılan bina yığınlarının oluşturduğu bir labirenttir. İçine girilmesi zor, çıkılması zor ama “masalsı” bir mekandır. Murat bu mekanı kuşbakışı bir yaklaşım içinde ve dokusal bir tat bırakacak biçimde, bazen sıcak çoğu zamanda mavi ağırlıklı soğuk renklerle ele alır.
Ufuk çizgisini gökyüzünü ince bir bant haline gelecek denli daraltan bina yığınından oluşmuş bu kentsel görüntü, çoğu resminde tuşa ve fırça sürüşüne dayalı dokusal bir tat bırakmanın ötesinde izleyende belirgin bir hayatiyet etkisi bırakmaz. Murat’ın boya resimlerinde kent, insansız, araçsız, bitkisiz,daracık bir gökyüzü, ufacık bir deniz ama kocaman bir alanda yeralan bina yığınının oluşturduğu bir dünyadır sanki.
Ortak kodlar dâhilinde sanki hepimizde bilindik bir hissiyat yaratan şehir kavramı, İrtem’in zihninde öyle bir yoğrulur, fırçası altındaki boya kütlesi üzerinde öyle bir eziliyor ki, şehir artık o bilindiklik durumundan fırlarcasına sıyrılıp, izleyen herkes için bir yeniden deneyime dönüşüyor.
İnsan yığınlarının oluşturduğu katmanlar gibi yaşadığımız kent, İrtem’in resimlerinde olduğu gibi, insandan arındırılmış bir konstrüksiyon olarak tek başına bir ana karakter olarak kurgulandığında, gözümüzün önünde sadece omurlardan ve sinirlerden oluşmuş tuhaf bir organizmaya dönüşüyor.
İrtem’in, kimi ışıkla yıkanmış, kimi titreşim olarak biçimlenmiş kimi de keratinle kaplanmış bu kent kurguları, farklı zihinler için farklı saklı temaslar peşinde.