Bu sergi “Enka Okulları Sanat Bölümü” tarafından düzenlenmektedir.
Resmine konu olan İstanbul’a, çatı katlarında oturduğundan mıdır bilinmez, hep yukarıdan bakmıştır. Belki de asıl kaos -çarpık kentleşme- insanların ruhunda başladığından; başını kente, kimsenin bakmadığı ya da görmediği - göremediği çatılara çevirmiştir. Kiremitler, artık olmayan yeşilin kontrastı kırmızılarla, piyanonun tuşlarına tek tek dokunur gibi renkleniyorlar. Çatılar ve antenlere yüklenen kimliklerin yanı sıra “gökyüzü”, sıradan ve plastik olarak tamamlayıcı olmaktan öte “boşluk” gibi görünüp aslında her şeyi içine alan ve resminin büyük bölümünü oluşturan bir öğe olarak çıkıyor karşımıza…
Yeryüzündeki bütün renkleri, beyaz-mavi gökyüzüne yediriyor, saklıyor. Dinamik; deseni kaybetmeden ve boya katmanlarına boğmadan nefes almasını sağlıyor resminin ve gökyüzünün.
“Büyük kaos” denilen kentte, yan yana dizilmiş binalar hiçbir zaman bakmadığımız çatıların oturduğu kaideler aslında. Kent; Freud’un “fantezi kenti” gibi yıkılmadan varlığını aynen sürdürerek değil, birbirlerinin yerini alarak oluşuyor ne yazık ki. Acımasız ve arsız “insan”, yaşadığı düzlemde; keşfettiği, yenilediği, yıktığı “kenti”ni tekrar tekrar yapıyor. Freud’un olanaksız gibi görünen bu fantezisine en yakın ve eşsiz tek kent “İstanbul” aslında. Yıkılsa da altta kalan atalarla, yıkılmadan üst üste konan yapılarla yaşıyor bu kent. Sonu gelmeyen bir ilham kaynağı... Kentin karşısında tüm çıplaklığıyla duran insan da kimi zaman resmine birer eleman olarak katılır. Çoğu insanın arabeskleşmiş “kaos” kavramı olarak tanımladığı bu kentteki “çarpık yapılar” onu rahatsız etmekten öte, resmine birer birey olarak giren imgelerdir. Bu oluşumu, içinde kullandığı figürlerde de bazen çıplaklığa, bazen de onu hayata taşıyan yorgun kentin ayaklarıyla resmediyor. Arkası bize dönük figürleri kente döndürüyor aslında. Bizlere yüzlerini yavaş yavaş dönecek olan “kentin insanları” önce dışa dönüp, sonra bencil hayatlarına devam edecekler.