Günaydın İstanbul...

Mehmet Altan

Tek tük kalmış eski köşklerle, yeni gökdelenlerin hüzünlü bir ‘‘son tango’’ oynadıkları sokaktan, caddeye doğru ilerliyorum. 

Gökyüzündeki hafif kızıllık, güneşin geliyorum diyen şiirsel sinyallerinden ziyade, köşede, iki çingene çocuğunun yakmış olduğu ateşin yansıması gibi. 

Biraz sonra günün sadeliğine uygun bir biçimde tenhalaşacak olan caddede uykulu insanlar kurulmuş oyuncak bebekler gibi ‘‘mekanik bir enerjiyle’’ işlerine ulaşmağa çalışıyorlar. 
Yavaş yavaş dolmuş ve otobüs duraklarında öbekleşmeye başlıyanlar arasından sıyrılarak kendimi bir yolcu otobüsüne atıyorum. 

Boğaz köprüsüne yaklaşmağa başladığımız sırada, dışardaki sabah ayazı ile içerdeki solukların karşılaşmasından oluşan, camlardaki buharı siliyorum. 

Zaman tünelinden geçerek, tek tük eski tip evlerle, uzayıp giden alanlar arasında ‘‘o zamanki’’ İSTANBUL`un mesire yerlerini dolaşmağa çıkmışız gibi. 

Güneş de, şiirsel sinyallerinin arkasından, ağırlığını fazla hissettirmek istemiyen bir nezaketle beliriyor. 
Kış sonunun mat donukluğundan sızan güneş ışınları, zaman zaman ağaçlar ve kuşlar üzerinde, bir mayıs sabahı parlaklığıyla dolaşıyor. Hatta köprü girişine yaklaştığımızda aşağılarda vadilerde kalan bazı ağaçlar tartışma konusu oluyor. Kimileri sözkonusu ağaçların diğerleri gibi sıradan ağaçlar olduklarını, ancak güneş nedeniyle olağanüstü güzel göründüğünü söylüyor, kimileri ise güneş ışınlarının tılsımlı büyüsünü kabul etmekle birlikte, bunların hurma ağacı olduğunu iddia ediyor. 

Rahmetli Orhan Kemal, 
-İstanbul`da yaşamak beş yüz bin lira eder, dermiş. 
Köprünün üstündeyken emeğinin karşılığını hiçbir zaman alamayan Orhan Kemal`in bu sözü, kendini teselli etmek için değil, İstanbul`da olmaktan gerçekten sevinç duyduğu için söylediğini hissediyorsunuz. 

Köprünün altlarında, kışsonu güneşinin ışıklarına sarınmış martılar uçuyor. Sanki, ‘‘kanatlarında gün ışığı’’ taşımıyorlar da, ışık olmuş uçuyorlar. 

Gümüş tozları gibi uçuşan usul martıları seyrederken, gözlerim köprünün üstündeki güvenlik görevlilerine takılıyor. LOUVRE sarayında, MONA LİSA tablosunu bekliyen zenci müze bekçisini hatırlıyorum. Asık suratıyla, tablo önünde kuyruk olan turistlere Mona Lisa`ya hiç aldırmadan sıkıntılı sıkıntılı baktığını görür gibi oluyorum. O bizi ‘‘sevinçlere salan’’ Boğaz manzarasını da ayazda nöbet tutan birinin nasıl gördüğünü merak ediyorum. 

İstanbul`un tepelerinden, köprüye hayali ‘‘zoom’’lar yapıyorum. Köprüden geçen otomobiller, oyuncak arabalara benziyor. 

Boğazdan, sanki ilk ve son defa geçiyorlarmış gibi bir ciddiyetle gelip giden gemiler gönlügani birinin rengarenk boyayıp denize saldığı kağıttan kayıklara benziyorlar. 

‘‘Kurulmuş bebekler’’ gibi, işlerimize, güçlerimize ulaşmağa çalışırken şöyle bir an gördüğümüz İstanbul`u, günlük yaşamın içinde nasıl çabucak kaybettiğimizi düşünüyorum. 

Ama ‘‘uçan ışıklar gibi dolanan usul martılarla’’, ‘‘rengarenk boyanmış kağıttan kayıklar’’ gibi bir gidip bir gelen vapurlar, bir an için gözümüze takılsa da, yaşamın kimler tarafından konduğu belli olmayan katı kuralları, o, anlık ‘‘yaşam kıvancını’’ daha uzun boylu kılmıyor. Ne yazık.

MEHMET ALTAN

Kaynak: (Nisan Kitap 5. 1985)

Paylaş:

İstanbul Fotoğrafları İstanbul Tarihi İstanbul Müzeleri Dini Mekanlar Tarihi Eserler İstanbul İlçeleri Daha Fazlasını Göster

SAYFAYI PAYLAŞIN

Facebook Twitter İnstagram Pinterest Mesaj Email
KAPAT

HAKKIMIZDA

Hakkımızda iletisim Yasal Uyarı Reklam Android Apple
KAPAT