Köksüz Çiçek Tutar mı? -II

Leyla Neyzi

İstanbul Rehberi İstanbul Yazıları Köksüz Çiçek Tutar mı? -II

Terbiye

Fatma Hanım İstanbul’un Cumhuriyet’ten sonraki görünümünü şöyle anlatıyor: 

İstanbul, doğrusu çok nezih, çok Avrupai bir hayat yaşamaya başladı. Nüfus da az. Fakat halk çok sıkıntıdaydı. Birkaç araba görürdün yolda. Saraya mensup araba, Vali’nin arabası, Emniyet’in arabası. Evler ahşap birkaç katlı ve bahçe içindeydi. Her bahçede türlü meyve ağaçları vardı.

Herşey evden elde edildiğinden manav diye bir şey yoktu. Ahşap evlerde rutubet olmazdı. Fakat yangınlarda hepsi yandı. Betondan evvel tuğla vardı, tuğla kalktı, beton geldi. Bugünden ne kalabilir ileride? Eskiden büyüklerle küçükler arasında daima bir mesafe vardı.

Bir anne hiçbir zaman çocuğuna ‘Lüften şunu yapma’ demezdi. Çünkü lütuf, büyükten küçüğedir. Bu tasavvufta da böyle. Haktan halka. Bir seremoni vardı ki, bu seremoni içinde insan her istediğini yapamaz ama rahat yaşar. Huzur vardı, kavga gürültü azdı. Esnaf da öyleydi.

Sahaflara gider bir kitap istersin, “Efendim ben siftah ettim, komşuma bakın” derlerdi. İstanbul halkı çok terbiyeliydi. Tramvaya, vapura binerken herkes birbirine yer verirdi. İki sahili birleştiren küçük vapurlar işlerdi karşıdan karşıya. O kadar samimi olunurdu ki, vapur gelince yalının penceresinden kaptana kahve uzatılırdı. Bir gün, merkezden kaptana, “Niye iskelelere vaktinde uğramıyorsunuz ?” diye sorulmuş. Kaptan da, “Efendim, Kuzguncuk’un hırdavatı (Yahudiler çoktu ve ticaret yapılırdı), Çengelköy’ün sebzevatı, Beylerbeyi’nin teşrifatı (herkes birbirine ‘siz buyrun, siz buyrun’ dediğinden) yüzünden vapur iskelelere vaktinde uğrayamıyor.” demiş.”

Fatma Hanım’a göre, kimlik sorunumuzun ardında temelden ya da kökten kopma yatıyor:
Osmanlı devri dikta devriydi. ‘Höt’ dediğinde herkes hizaya geliyordu. Atatürk’ün bir şahsiyeti vardı ki, onun her gördüğünün doğru olduğuna, her emrinin yapılması icap ettiğine dair bir kanaat hasıl olmuştur. Ondan sonra bir demokrasi lafı çıktı. Bir türlü anlaşılamadı ne olduğu. Bir hercümercin içinden çıkamadık. Kendi bünyemize, tarihimize, terbiyemize uygun bir yol çizemedik. Bir ihata olamadı. Kopuk kopuk parçalar halinde kaldık. Bu da kültür noksanlığından ileri geliyor. Çünkü Anadolu hiç okuyamadı. Halbuki ekseriyetimiz Anadolulu. Mazide yaptığımız birtakım inkılaplar bizi bugünlere kadar medeni bir devlet olarak getirmişse, bunlar bize bir kök teşkil ediyor. Temelsiz hiçbir şey olmaz. Bu temeli yıkmamalıyız, ama yıkıyoruz maalesef.

Herkes Kendini Beğenip Oturuyor

Bu temelde en büyük rolü dil ve din oynuyor. Fatma Hanım’a göre, geçmişi reddetmek yerine bir sentez yapmak gerek:
Nasıl ki Avrupalılar lisanlarının kökeni olarak Latince’yi aldılar, biz de Arapça’yı aldık. Bir Osmanlı Türkçesi yarattık ki, bu son derece harmonili ve zengin bir dil oldu. Dil olmazsa hiçbir şey ifade edemezsin. Cumhuriyet devrinde kültürü yaymak için dilde sadeleştirmeler yaptık.

Fakat lisan kendi tekamülünü de tasfiyesini de kendi yapar. Bu zamanla olur. Arapça köklerden kurtulalım derken kendimize isim bulamayabiliriz. ‘İnsan’ desen Arapça, ‘Hayvan’ desen o da Arapça. ‘Hayvan’ın lugat manası canlı demek. Hayvan deyince, eşeğe, öküze benzetmek değil; hayat sahibi demek. Sonra tekkeler kapatıldı. Çünkü son zamanlarda çok bozulmuşlardı. Ama bir tekkede, bir edebiyat fakültesinde olduğu kadar çok kitap vardı. Tekkeler kapanınca adamın biri geldi, kilidi vurdu. Kitaplar da orada kaldı. Aradan çok seneler geçti. Sonra tekkeleri açıp kitapları çıkardılar ki, hepsini böcekler tahrip etmiş, rutubetten küflenmiş, okunmaz hale gelmiş. Bunları çuvala doldurdular, sahaflara götürdüler.

Sahaflar kapılarının önünde, çuvallar içinde bu kitapları satılığa çıkardılar. Amerikalılar geldi, Avrupalılar geldi. Bu kitapları aldılar. Bir devir yıkıldı tamamen. Ruhu gitti. ‘Laik’ kelimesi çok mühim. Demek istiyor ki Atatürk, devlet dini kanunlarla idare edilmeyecek, Cumhuriyet hükümetinin yaptığı kanunlarla idare edilecek. Ama aşırı din meraklıları, ‘dinsiz’ anlamına geldiğini düşünerek bu kelimeyi reddettiler. Çünkü Anadolu tamamen cahildi. Bir halk neye bağlanacak, Allah bilgisine , ne kadar öğrendiyse. Sen şimdi onlara şapka giydirdin, o onu bir kez yadırgadı. Bir de ‘Cumhuriyet laiktir’ dedin, gene bir tepki oldu. Bugün Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyoruz.

Bu toprak, Avrupa toprağı. Bu birlik içerisinde müşterek bir dünya var artık. Bizim bu yola iyice adım atmamız lazım. Ama ne kadar mutaasıplarımız var. Onlar cehaletten, ‘Vay dinimiz kayboldu.’ deyip büsbütün sarıldılar. Şeriat bir ahlak temeli üzerine kurulmuş kurallar bütünü. Ama bunlar namaz kılmakla herşeyi hallettik sanıyorlar. Minarelere hoparlör kondu.

Ezan öyle bir şey ki, Hakk’a davet ediyor. Fakat bu davetin bir usulü, bir erkanı var. Sen hoparlör kurduğun zaman, sesi büyütüyorsun, öbür camii de sesi büyütüyor, bunlar birbirine karışıyor, bir saygı da kalmıyor. Bu yanlışı gören de ‘din bu muymuş?’ diyerek dinden çıkıyor. Şimdi ne din var, ne şeriat! Herkes şaşkın bir halde kendini beğenmiş oturuyor.

Fatma Hanım, 1935’te Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra, yıllarca ortaokul ve lise öğretmenliği yapar. Şimdi emekli. Sohbeti, bugün anneannelerinin annelerini tanıyabilen gençlerin ne kadar şanslı olduklarını gösteriyor. Dinlemek istemediğimiz eski hikayeler, hala bugünün hikayeleri çünkü. Ve ancak kulak vererek aşabiliriz onları.

Kaynak: İstanbul’da Hatırlamak Ve Unutmak, Leyla Neyzi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, sayfa: 185-188

Paylaş:

İstanbul Fotoğrafları İstanbul Tarihi İstanbul Müzeleri Dini Mekanlar Tarihi Eserler İstanbul İlçeleri Daha Fazlasını Göster

SAYFAYI PAYLAŞIN

Facebook Twitter İnstagram Pinterest Mesaj Email
KAPAT

HAKKIMIZDA

Hakkımızda iletisim Yasal Uyarı Reklam Android Apple
KAPAT